
"Enerji ve Çevre İlişkisinde Alternatif Enerjilerin Yeri ve Önemi" Paneli (1. Bölüm)![]()
Solitem Genel Müdürü Dr. Ahmet Lokurlu: Gelecekte dünyanın enerji kullanımı konusunda değişik istatistikler ve öngörüler bulunuyor. Dünya Enerji Ajansı’nın 2002 yılının ortasında yaptığı bir araştırma; primer enerji kullanımının 2000 yılından başlamak üzere 2030 yılına kadar yılda yaklaşık % 6 oranında artacağını gösteriyordu. Bu değer 2004’ün ortasında % 3.1 yükseltildi. Daha 2 yıl bile geçmeden 30 yıl geçerli olması beklenen istatistiki değerler tam iki katına çıkartıldı. Bu yüzden özellikle büyük bir devinim içinde bulunan enerji dünyası hakkında, 30Ğ40 yıllık dönem için öngörülere inanmıyorum. Çünkü bu değerler ve enerjinin türlerinin kullanımı sürekli değişiyor. Geçmişte sanayi devrimi ile birlikte enerji kullanımı -özellikle 1950/60’lı yıllarda- giderek artış göstermiştir. Bilirsiniz; kişi başına kullanılan enerji miktarı, bir ülkenin gelişmişliğinin göstergesi sayılırdı, enerjinin ne kadar verimli kullanıldığı sorgulanmıyordu. Günümüzde ise "enerjinin verimliliği" çok daha önem taşıyor. Bir birim enerjinin karşılığı, enerji eldesi ve kullanımı sürecindeki çevresel etkileri artık aşina olduğumuz veriler. Ama yine de atmosferin ısınması ve sonuçları bize soyut geliyor. Bu konuda ABD’de geçen yıl yaşanan doğal afetlerin maliyeti 200 milyar doların üzerinde olunca, petrol bölgesi Teksas’tan gelen ABD Başkanı Bush bile artık yenilenebilir enerjilerin ABD’nin enerji geleceğinin bir parçası olduğunu söyledi. Bu konuda kaynak ayırmaya başladılar ve ilk etapta 22 milyar dolar kaynak ayrıldı. Çok kısa bir zaman diliminde fosil enerjiden yenilenebilir enerjilere geçilemeyeceğini biliyoruz. Fakat temel prensip şu olmalı; var olan kaynakları gerektiği yerde optimal kullanmak. Örneğin, evleri ısıtmak için doğalgazı kullanıyoruz. Gelecekte çok değerli olacak kimyasal bir madde olan karbon-hidrojen gazlarını yakıp 20 ¡C ısı elde etmek için kullanıyoruz. Doğalgazı termodinamik kuralları içinde değersiz bir ısıya dönüştürüyoruz. Oysa bunu yapabileceğimiz o kadar çok kaynak var ki ve bu kaynaklar o kadar da pahalı değiller. Özellikle Türkiye gibi ülkeleri ele aldığımızda; jeotermal kaynaklardan tutun da en basit güneş kollektörlerine kadar enerji eldesi konusunda önemli bir potansiyel olduğunu görüyoruz. Türkiye’de yenilenebilir enerjilere önemli ölçekte kaynak ayrılmamasına, teşvik sağlanmamış olmasına rağmen Türkiye, "düz kollektörler"den elde edilen "düşük kalorili ısı"da dünya dördüncüsü. Yani bu yolla yaklaşık 360 bin ton petrol eşdeğerinde enerji elde edebiliyor. Türk girişimcileri ilk etapta diğer ülkelerle işbirliği yaparak burada geliştirdikleri sistemlerin bir kısmını şimdi yurtdışına satıyorlar. Diğer ülkelerdeki teşvikleri göz önüne aldığınızda, onlara karşın Türkiye’nin geldiği düzey oldukça başarılı görülmektedir. Günümüzde hidrojenin doğalgazdan elde edilme biçimi hiç de ucuz değil ve bir analiz yaptığınızda, çıktığı yerden arabaya gelinceye kadar dönüşüm sistemlerini incelediğinizde, atmosfere daha çok karbondioksit attığınızı görüyorsunuz. Tabiiki yapılan çalışmalardaki amaç, gelecekte hidrojenin en sorunsuz, en uygun şekilde nasıl elde edileceği noktasında yoğunlaşmaktadır. Beklenen; hidrojenin mümkün olduğunca temiz enerji kaynaklarından elde edilip bir döngü içersinde kullanılmasıdır. İlk dönemlerde kömürden elde edilen enerjideki karbon oranı oldukça yüksek. Daha sonra kömürün gazlaştırılması, karbondioksitin ayrıştırılması için prosesler yapılıyor, büyük santraller kuruluyor. Burada da amaç; kömürü mümkün olduğunca daha yüksek verimde ve çevreye zarar vermeden dönüştürmek. Günümüze doğru ise ilk etapta özellikle karbon oranı az olan doğalgazı kullanıp, kömürü yüksek verimlerle dönüştürme çalışmalarına ağırlık veriliyor. Ya doğalgazı çıktığı yerde hidrojene dönüştürüyorsunuz, ya da borularla getirip belli bir yerde dönüştürüyorsunuz. Ancak yine de saf hidrojeni elde etmek için yapılan prosesler sonucunda, doğalgazın içerisindeki enerji içeriğinin en iyi olasılıkla % 30’nun kaybolduğunu görüyorsunuz. Günümüzde, ortalama olarak Çin, Rusya gibi ülkeler de dahil olmak üzere, tüm dünyada kurulu fosil kaynaklarla çalışan güç (elektrik) santrallerinin bütün verimi yaklaşık % 27 ile % 30 arasında. Yani aldığınız kömürün % 70’i ısıya, ürettiğiniz elektriğin bir kısmı da yolda ısıya dönüşüyor. Gelişmiş ülkelerde -örneğin Almanya’da- atom santrallerinin de dahil edilmesiyle bu verim oranı % 34’e ulaşıyor. Büyük santraller kurduğunuz zaman geleceğe yatırım yapıyorsunuz, en az 40-50 yıl için geleceği bloke ediyorsunuz. Onun için sürekli 10-15 yılda bir belirli bölümlerini yenileyerek verimlerini belli bir seviyede tutmaya çalışıyorsunuz. Örneğin Türkiye’de doğalgazla çalışan sistemlerde verim; % 60 civarında. Ambarlı’da kurulan bir doğalgaz santrali 1200 megavat gücündeydi ve o zamanlar dünyanın en yüksek verimli santrali deniyordu, verim oranı; % 50-52.5 olarak kabul ediliyordu, şimdilerde % 60’a çıkarıldı. Fakat kocaman bir ülkede sadece iki üç tane yeni sistem kuruyorsunuz, diğerleri ise eski. Kömürde de % 48 oranında verim sağlayan kurulu sistemler var. Öte yandan karbondioksitli sistemlerin kurulumu da söz konusu. Karbondioksiti ayrıştırıp, yer altına gömme konusunda büyük çaplı projeler var. Fakat bütün sistemin veriminin % 10’u sadece bu prosese gidiyor. Yatırım maliyeti, konvansiyonel sistemlerle karşılaştırdığınızda, en az bir buçuk katı ve kimse böyle bir yatırım yapabilecek lükse sahip değil. Ancak kojenerasyon dediğimiz, aynı zamanda elektriğin ve ısının üretildiği bu tür güç santralleri Kuzey Avrupa ülkelerinde yaygın olarak bilinen sistemler. Örneğin Hollanda’da kullanılan sistemlerin % 30’u bu sistemlere dayanıyor. Şu anda Almanya’da yenilenebilir enerjilerden elde edilebilen elektrik oranı % 11.2 civarında. Bunun büyük bir kısmı birkaç yıl öncesine kadar hidrolik kaynaklardan elde ediliyordu. Bu oran % 5’ti ve öylece kaldı. Şimdi rüzgar % 6’ya çıktı. Hedef bunu 2020 yılına kadar % 20’ye çıkarmak. Çünkü Almanya’nın rüzgar kapasitesi çok yüksek. Daha uzun vadede de % 50’ye çıkarılması düşünülüyor. Gelecekteki teknolojilere yatırım yapmanız gerekiyor. Almanya’da bu tür sistemlerin geliştirilmesi için yapılan ciddi yatırımlar var. Yatırımı yaparken geliştiriyorlar. Örneğin bizim geliştirdiğimiz sisteme, Almanya katkıda bulundu. Türkiye’de ya da diğer ülkelerde bizim sattığımız her bir sistemden aldığımız ücret, Almanya’nın bize ödediği ücretle eşdeğerdedir. Yani böylece sisteme, onun geliştirilmesine katkıda bulunuyorlar, teknoloji geliştiren bizler de, teknoloji transferi şeklinde başka yerlere satarak girdi sağlıyoruz. Şu anda dünyanın yenilenebilir kaynak kullanımının ne kadar az olduğunu görüyoruz ve gelecekteki kullanım açısından oranlar, ülkelere göre değişmekte. İsveç’in 2050 yılına kadar petrolden bağımsızlaşmak gibi ciddi tavırları ve planları var. Bunun için özellikle "bio kütle" kaynakları ön planda. Norveç su kaynaklarını, İzlanda jeotermal kaynaklarını kullanmayı planlıyor. Hatta İzlanda’nın jeotermal kaynaklarını kullanıp büyük oranda hidrojen elde etme projeleri var. Tüm bunlar ülkelerin yapısına göre değişiyor. Çin’de yenilenebilir enerji kaynakları için öngörülen oran; % 20. Tabii ki bu planlar çevre sevgisinden ziyade, enerji fiyatlarının her geçen gün artmasından kaynaklanıyor. Eskiden böylesi çalışmalar; çevreye, insana saygılı olduklarını gösteren bir çeşit imaj için yapılırdı. İmaj dönemi çoktan geçti. Yenilenebilir enerjilerin içinde güneş enerjisini düşük kalorili ısıtma sistemlerinde kullanabilirsiniz-bu artık ileri teknoloji değil- dünyanın her tarafında kullanılıyor. Güneş pilleri ya da güneş hücreleri dediğimiz sistemler için kullanabilirsiniz, fakat bunlar henüz çok pahalı sistemler. Ancak gittikçe bu sistemlerin de fiyatları düşüyor ve düşerken de üretim kapasiteleri artıyor. Sadece geçen yıl Almanya’da 600 megavat civarında bu türden sistemler kuruldu. Sistemler kurulurken gerekli yatırım finansmanı halkın ödemeleriyle sağlanıyor. Örneğin Almanya’da yaşadığım şehirde, bir kilovat saat için yaklaşık 17-18 cent ödüyorum. Bu rakamın içersinde 0.6 cent yenilenebilir enerjiler için ayrılıyor. Bu konuyla ilgili yasa Almanya’da 2004 yılı Nisan ayında yürürlüğe girdi ve şu anda da dünyada 46 ülkede de kullanılıyor. Artık güneşin yüksek güç santrallerinde kullanılması ile ilgili çalışmalar da var. 1980’li yıllarda Amerika’da güneş enerjisi kullanan, 350 megavat gücündeki santralle 390 ¡C buhar elde edilen tesis kurulmuştu. Burada üretilen buharla tribünü çalıştırıyorlar ve elektrik elde ediliyor. Güneşten elde edilen elektrik konusunda; Almanya’da bir kW için 47 cent ödüyoruz ve her geçen yıl % 5 azalıyor bu rakam. Çünkü onlar da verimlerini aynı oranda artırıyorlar. İspanya’da ödenen rakam ise 22-24 cent. Ama İspanya’daki enerji üretim oranını ele aldığınızda bu oran Almanya’nın 2-2.5 katı civarında. Kore’de 65 cent ödeniyor ve birkaç hafta önce bu konuda bir yasa yürürlüğe girdi. Dünyada değişik konsantre edici-yoğunlaştırıcı kolektör tipleri geliştiriliyor. Mesela panel açıklıkları 6 metreyi bulan bu sistemler çöllere kurulup 394 ¡C buhar ısısına ulaşılıyor ve elektrik üretiliyor. Öte yandan kaynakların depo edilmesi söz konusu. Jeotermal kaynaklar, güneş enerjisi depo edilmeye çalışılıyor. Yazın sezon boyunca elde edebileceğiniz güneş enerjisini depo edebiliyorsunuz. Örneğin Danimarka’da bir adayı bu şekilde ısıtıyorlar. Türkiye’de jeotermal kaynaklar çok zengin. Ama ne yazık ki güneşi, rüzgarı, jeotermal kaynakları bu denli zengin olan ülkemizde bu kaynaklara neredeyse hiç yatırım yapılmıyor. Güneş enerjisi konusunda bizim geliştirdiğimiz ve uyguladığımız sistemi de anlatmak isterim. Güneş bildiğiniz gibi ısıtmada, elektrik üretmede kullanılıyor. Üretilen elektriğin bir kısmını soğutmada kullanıyoruz. Özellikle Akdeniz ülkelerinde yaz aylarında elektriğin % 40- 50’si soğutmada kullanılıyor. Bizim çıkış noktamız, direkt olarak güneş enerjisini kullanıp soğutmaya dönüştürmekti. Fikirden ürüne 10 küsur yıl geçti. 1993 yılında başlayan çalışmalarımızın ürünleri, 2003 yılında bir otelde uygulamaya konularak hayata geçirilmiş oldu. Şu anda bünyemizde birkaç alt kuruluşumuz var ve halen yeni şirketler kuruyoruz. Soğutma ile güneş arasında bir verimli bir ilişki var. Depo etmek zorunda değilsiniz. Güneş olduğu zaman soğutma ihtiyacınız da var, onu alıp direkt kullanıyorsunuz. Gece bunu kullanmak istiyorsanız bunun yapılması için de değişik yöntemleri var ve şu anda bununla ilgili projeler üzerinde çalışıyoruz. Yaptığımız sistemle aynı zamanda buhar üretiyoruz. Örneğin bizim geliştirdiğimiz sistemlerle kurduğumuz bir çok otelde, yazın soğutmayla birlikte, aynı zamanda buhar elde edebilirken, kışın ısıtma, sıcak su ve diğer ihtiyaçlarınızı karşılayabiliyorsunuz. Ayrıca sistemi diğer sistemlerle de kombine edebiliyorsunuz. Yenilenebilir bir enerji sistemi kurduğunuzda ne kadar enerji tasarrufu elde ettiğinizi göstermek zorundasınız. Bunu yaparken beraberinde ne kadar karbondioksit azalttığınızı da gösteriyorsunuz. Örneğin bir Alman kuruluşu kurduğu sistemle ’şu kadar bin ton karbondioksit azalttım’ dediğinde bunu piyasada satabilir. Bu Avrupa Birliği ülkelerinde bir yasayla tanımlanmıştır. Bildiğimiz sistemlerde, bir birim soğutma üretmek için, iki birim ısıya ihtiyacınız var. Bu; 85 ile 120 ¡C arasındadır. Bizim sistemimizde yüksek sıcaklıklara çıkıyoruz ve sonuç olarak 1.3 ortalama değerle bir soğutma elde edebiliyoruz. Yani konvansiyonel sistemlerle soğutma yapmış olsaydık 570 metrekare kollektör yüzeyi alanına ihtiyacımız olacaktı. Bizim kurduğumuz sistemde 230 metrekare kollektör yüzeyi ihtiyacı var. Dolayısıyla sistemin yatırım maliyetini % 60 oranında azaltmış oluyoruz. Kurduğumuz bu sistemi 12 ay boyunca kullanabiliyorsunuz. Ülkenin karakteristik yapısına bağlı olarak, ihtiyacınıza göre soğutma veya ısıtma yapabiliyorsunuz. Özellikle elektriğin en çok kullanıldığı zaman, yaz aylarında soğutmanın çok yapıldığı zamandır. Şu ana kadar 3 proje gerçekleştirdik, dördüncüsü Gebze’de bitmek üzere. Fas’ta, Ürdün’de de bir projelerimiz sürüyor. İspanya, Almanya gibi birkaç yerde de son aşamaya gelmiş proje görüşmelerimiz var. Türkiye, İtalya, İspanya gibi Akdeniz ülkelerinde yatırım maliyetleri açısından çok pahalı ülkeler. Buralarda enerji fiyatları da inanılmaz yüksek. Bu koşullarda aşağı yukarı 400 kilovat soğutma kapasiteli bir sistemin yatırım maliyeti -değişmekle beraber- 500 bin Avro civarında. Kıbrıs’tan bir örnek verirsek getirisi yıllık 100-110 bin Avro civarında. Bu fiyatlar bizim kurduğumuz sistemler lehine değişmekte. Çünkü enerji fiyatları sürekli olarak artmaya devam ediyor. Geliştirdiğimiz bu sistemler dolayısıyla dünyada pek çok ödül aldık ama benim en büyük ödülüm bunu dünya çapında değer olarak ortaya koymak olacaktır. Dr. Müh. SEDAT ÖZKOL; Türkiye’de de Ahmet Lokurlu gibi çok değerli yetişmiş mühendisler var. Son on yıl içinde Türkiye’de ileri teknolojilerin geliştirilmesi konusunda bir bilinç artışı söz konusu oldu. İTÜ, ODTÜ, TÜBİTAK-MAM, Teknoparklar’da çalışmalar var. Buralarda genç mühendislerin bir araya gelerek oluşturdukları projeler çeşitli destekler almaya başladı. Örneğin KOSGEB’den, TTGV’den yine TÜBİTAK’ın kendisinden bu destekler sağlanıyor. Destekler dolayısıyla da çok nitelikli ürünler, hizmetler ortaya çıkmaya başladı. Ahmet Lokurlu’yu da bu çerçevede bir mühendis olarak, bir teknik adam olarak çok şanslı bir kişi olarak görüyorum. O, bir düşünce, bir düş geliştirmiş ve onu da gerçekleştirmiş. Dr. Mustafa Şahin Çevre ve Orman Bakanlığı Günümüzde enerji artık bir gelişmişlik düzeyi olarak kullanılıyor. Ne kadar enerji tüketiyorsanız o kadar gelişmişlik düzeyiniz fazla demektir. Bu arada ne kadar enerji kullanıyorsanız o oranda da çevreyi koruduğunuzun bilincinde olmanız gerekiyor. Ülke olarak yenilenebilir enerji kaynaklarından yeterince yararlanamıyoruz. En fazla hidrolik enerji potansiyelimiz var, onun bile 2/3’ünü kullanabiliyoruz. Rüzgar enerjisinde ise potansiyelimizin % 1’i bile kullanmıyoruz. Öte yandan enerji çevre ilişkisinde öne çıkan çevre sorunları var. Özellikle linyite dayalı termik santraller ve diğer fosil yakıtların kullanılmasıyla atmosfere verilen kirleticilerle hava kirleniyor ve küresel boyuta varmış olan iklim değişiklikleri yaşanıyor. İklim değişikliğinin nedenlerine baktığımızda, en önemli etken "enerji üretimi"dir. Enerji üretiminden dolayı atmosfere verilen sera gazları, özellikle karbondioksit sürekli bir artış göstermekte. Sıcaklığın artmasıyla deniz seviyesinin yükselmesi, bunun yağışlara etkisi gibi hayatımızın her alanında küresel ısınmanın olumsuz etkilerini görüyoruz. İklim değişikliklerinin olumsuz etkileri bulunan sera gazları konusunda, ülkemizde 1990’dan 2004 yılına kadar yapılmış olan istatistik verilere göre şu bulguları görüyoruz: 90’lı yıllarda birincil enerji kaynaklarının karbondioksit emisyonları 1340 milyon ton iken, 2004 yılı itibari ile yaklaşık 230 milyon tona çıkmış durumda. Ülkemiz gelişmekte olan bir ülke ve bu da enerjiye bağımlı. Ama burada önemli olan bu artış hızını nasıl yavaşlatabileceğimiz konusunda işlevsel politikaların uygulanması. Bunun için de sadece bakanlık değil sanayicimizin de, vatandaşlarımızın da enerjiyi verimli kullanmayı düşünmesi gerekiyor. Ülkemiz, gelişmiş ülkelere oranla fazla enerji tüketmiyor. Örneğin kişi başına enerji tüketimine baktığınızda 2001 verileriyle, 1817 kilovat saat iken, OECD ortalamasının 8000’nin üzerinde, dünya ortalamasının 2300 civarında olduğunu görüyoruz. Karbondioksit üretimi açısından da sürekli bir artış görülüyor ama, kişi başına emisyonlarımızı değerlendirdiğimizde, OECD ülkeleri insanlarının dörtte biri oranına karşılık geliyor (kişi/yıl bazında 3 ton CO2). Hatta dünya ortalamasının da altında olduğumuzu söylemeliyim. Bazı platformlarda; ’Türkiye’nin karbondioksit emisyonları sürekli artıyor, KYOTO Protokolü’ne taraf olmuyor, uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmiyor’ deniyor. Bunu tartışmadan önce belirttiğim verileri göz önünde tutmak gerekiyor. 2001 yılında Marakeş’de yapılan ’İklim Değişiklikleri Taraflar Konferansı’nda Türkiye ile ilgili bir karar da alınmıştır. Bildiğiniz gibi Türkiye önceden iklim değişikliğine "taraf" değildi. ’Ek 2 Listesi’nden çıkarılması konusunda bir karar alındı ve o kararda, Türkiye’nin ’EK 1 Ülkeleri’nden farklı bir konumda olduğu dikkate alınmak suretiyle ’taraf’ olması kabul edildi. Bu konuyu özellikle bütün uluslararası platformlarda gündeme getiriyoruz. Yine bu konuda AB süreci içersinde Brüksel’de çevreyle ilgili yapılan tanıtıcı "tarama" toplantısında ben şu soruyu sormuştum; ’AB, kendi üyeleri içersinde bazılarına ayrıcalık tanıyor. Toplamda sera gazı emisyonunda % 8’lik bir azaltım öngörüyor ama bu ülkelere göre farklılık arz ediyor. Örneğin Yunanistan, İspanya gibi ülkelerde farklılıklar var. Gelecekte Türkiye Avrupa Birliği üyesi olduğunda, benzer ayrıcalığı sağlayacak mısınız?’ Bunun cevabı yok ve hala soru işareti olarak kalıyor. Enerji Bakanlığı’nın ’kaynaklar bazında enerji üretimi’ verilerine bakarsak, 2020 yılına kadar kaynaklar bazında enerji üretimi artış gösteriyor. Burada da özellikle fosil yakıtlara daha fazla bağımlıyız. Ancak nükleer enerji planlanıyor, onun da 2010’dan sonra devreye girmesi düşünülüyor. Enerjiye ihtiyacımız sürekli olarak fosil yakıtlardan karşılanmaya devam edilirse, başta çevre sorunları olmak üzere pek çok sorunlarla karşılaşmak zorunda kalacağız. Enerjinin karşılanması oranına baktığımız zaman -yine Enerji Bakanlığı’nın verilerine göre- ancak % 30’unu kendi imkanlarımızla karşılayabiliyoruz. % 70’ini ithal ediyoruz. Burada şu sonuç ortaya çıkıyor; bizim yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmemiz ve daha çok bu enerji kaynaklarını kullanmamız gerekiyor. 70’li yıllarda kirliliğin kontrolünden başlanıyor, günümüzde ise kirliliğin kaynağında önlenmesi ve "temiz üretim" ilkesi benimsenmiştir. Önceden yapıldığı gibi kirlendikten sonra orayı temizlemek, hem maliyet, hem de zaman açısından daha fazla harcamayı gerektiriyor. Dolayısıyla bugün gündemimizde olan temiz üretim öne çıkıyor. Bu bağlamda Bakanlığımız 1991 yılında kurulan genç bir bakanlık olarak, son zamanlarda AB sürecinin de etkisiyle mevzuatlar konusunda büyük gelişmeler kaydetti. Sadece mevzuat çıkarmak yeterli olmuyor doğru, AB tarama sürecinde de bize bunu sordular; ’mevzuatınız var da, uygulama ve izleme nasıl ?’ Bu kapsamda bakanlığımız, mevzuatlarda özellikle şu hususları ön plana çıkarmaya çalıştı; ’Kirliliğin Kontrolü’ kavramı yerine, ’Kirliliğin Önlenmesi’, kirliliğin kaynağında önlenmesi, atıkların minimuma indirilmesi, en iyi teknik ve teknolojilerin kullanılması, enerjinin verimli kullanılması, izleme ve denetim sisteminin etkin kullanılması ve ’kirleten öder’ prensibinin uygulanması. Aynı konu her yıl düzenlenen ve bu yıl 11’incisi Montreal’de yapılan "İklim Değişiklikleri Taraflar Konferansı"nda da gündeme geldi. Burada öncelikli alanlar içersinde iklim değişiklikleri konusunda "Enerji Verimliliği" birinci sıraya çıktı. İkinci sırada "Yenilenebilir Enerji", üçüncü sırada "Yeni Teknolojiler, Ormanlaştırma". Sanayileşmeden vazgeçemeyeceğimiz göre emisyonlar artacak, kaynaklar da kısıtlı. O zaman ne yapalım? Önce enerji verimliliğini artırmamız gerekiyor. Örneğin 1970 ile 2000 yılları arasında verimlilik uygulama ölçümlerine baktığımızda OECD’de 0.28’den 0.19’a inmiş, ABD’de 0.43’den 0.25’e inmiş, İngiltere 0.30’dan 0.17’ye inmiş. Ama şu anda Türkiye’nin enerjiyi verimli kullanamama oranı 0. 38 ve bunu ancak 2020 yılına kadar 0.30’a indirebileceğimizi tahmin ediyoruz. Bu veriler Elektrik İşleri Etüd İdaresi’nin rakamlarıdır. Bunun içinde yeni yatırımlar ve teknolojiyi iyi kullanmak gerekiyor. Temiz yakıtların kirliliğe olan etkisi görmek açısından doğal gaz kullanan 5 ili baz aldım. 90’lı yıllarda 300’ün üzerinde olan kükürt dioksit değeri bugün 50’ler civarında.Bu illerimiz Ankara, İstanbul, Bursa Eskişehir ve Kocaeli. Temiz yakıtların; güneş ve doğalgazın kullanılmasıyla kirliliğin nasıl azaldığını görebiliyoruz. Ölçüm rakamları Sağlık Bakanlığı’nın rakamlarıdır. Kömür, fuel oil ve doğalgazın kirlilik parametreleri bazında payına baktığımız zaman, tabii ki doğalgazın diğer yakıtlara göre daha az kirliliğe yol açtığını görüyoruz. Kojenerasyondan ülkemizde çok fazla yararlanamıyoruz. Bu sistemlerden yeterince yararlanabiliyor olsak, daha fazla enerji tasarrufu sağlanmış olacağız, verimlilik de artmış olacak. Emisyonlarda % 50 oranında azalma olacak. Konvansiyonel sistemle kojenerasyon sistemler arsındaki duruma baktığınız zaman yaklaşık % 50 oranında karbondioksitin azaltıldığını görmüş olursunuz. Çevre Bakanlığı olarak enerji konusunda bizim yaptığımız birkaç mevzuattan bahsetmek istiyorum. Bilindiği üzere 1980’lerden beri yürürlükte olan Çevre Kanunu geçen ay yeniden yayınlandı. Orada özellikle enerjinin verimli kullanılması, çevreyle uyumlu teknolojilerin kullanılması ön plana çıkarıldı. "Isınmadan Kaynaklanan Hava Kirliliği Kontrol Yönetmeliği"ni çıkardık. Önceden yakma sistemleri hiç gündemde yoktu. Yakıtları hangi tür yakma sistemiyle yakacağınız konusunda belirlenmiş hususlar yoktu. Yakıt yakma sistemi ve bu sistemi kullanma konusunu birlikte değerlendirmek gerekiyor. Yakıtınız ne kadar iyi olursa olsun, yakma sisteminiz iyi değilse gerekli verimi elde edemiyorsunuz. Biz bu yönetmelikle özellikle yakma sistemlerine "Tip Emisyon Belgesi" zorunluluğu getirdik. Diğer bir yönetmeliğimiz "Endüstriden Kaynaklanan Hava Kirliliğini Kontrol Yönetmeliği". Bu özellikle sanayi tesislerine emisyon iznini vermekle yükümlü. Bunun içinde tabii enerji santralleri çok önemli. Biz özellikle eşleştirme projelerine önem veriyoruz. Hava kalitesi konusunda ve büyük yakma tesislerinde bir eşleştirme projemiz var. Bu çalışmayı Almanlarla birlikte yürütüyoruz ve bu sene sonuna doğru bitiyor. Burada ilgili direktifin uygulamalarını göz önünde bulunduruyorsunuz ve onu ülke şartlarına nasıl getirebileceğinizi değerlendiriyorsunuz. Bunlar içinde belki de enerjiyi en çok ilgilendiren; büyük yakma tesisleri yönetmeliğini de bu sene içerisinde çıkarmayı düşünüyoruz. Özellikle eskiden kurulmuş olan termik santrallerimiz burada çok büyük önem arz ediyor. Onlar maalesef eski teknolojiyle kurulmuş olduklarından, çevre dostu üretim yapamıyorlar. AB sürecinde de önümüze çıkacak olan en önemli sorunlardan birisi budur. Romanya ve Bulgaristan’daki ilgililerle görüştüğümüzde, deneyimlerinden öğrendik ki; fabrikayı bırakın, fabrika içindeki fırın bazında bile müzakereler yapılıyor. Bunun için envanterimizin iyi çıkarılması gerekiyor. IPPC dediğimiz "Entegre Kirlilik Önleme Kontrol Direktifi" konusunda kapasite geliştirme projelerimiz var. Burada sanayicilerimizin haklı olarak her zaman yakındıkları bir konu var; ’bir sanayi tesisinin çalışabilmesi için yüzün üzerinde izin almamız gerekiyor’ deniyor, bu doğru. Eğer bu sistemin ilgili direktifini kendi mevzuatımıza uygulayabilirsek "entegre izin sistemi"ni getirmiş olacağız. Bu şekilde çevresel entegre izin sistemini kastediyoruz. Yani hava için, su için, gürültü için ayrı ayrı müracaat etmeyecek, bunların hepsinin birlikte entegre olarak değerlendirebilecek bir izin sistemi olacak. Bu da AB’de uygulanan sistemlerden bir tanesi. Bununla ilgili olarak altyapının geliştirilmesine ilişkin proje çalışmalarımız da devam ediyor. Bu arada bir de AB müzakere sürecinde karşımıza çıkacak yatırım maliyeti konusunda bir iki hususa değinmek istiyorum. Bakanlığımız, ulusal program çerçevesinde yüksek maliyet getiren direktifler konusunda bir proje yaptı. Bu projede AB standartlarına uymak için yaklaşık 70 milyar Avro yatırım finansmanına ihtiyacımız var. Bunun 59 milyar Avro’ğluk bölümü 2023 yılına kadar harcanması gereken rakam. Bu rakamların içerisindeki en büyük payı endüstri alıyor, atık su alıyor. Ülkemizin de AB süreci içersinde yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için gereken yatırımın bir kısmını devletin, bir kısmını da özel sektörün yapması gerekiyor. Sonuç olarak; enerjiyi verimli kullanmamız gerekiyor, en iyi teknik ve teknolojileri kullanmamız gerekiyor. Yenilenebilir enerji kaynaklarına daha fazla yatırım yapmamız gerekiyor ve en önemlisi de bunların hepsini yapmak için bilinçlenme gerekiyor. İlginizi çekebilir... Binalarda Verimli Su Yönetimi İçin Wilo'dan Akıllı Pompa ÇözümleriTüm dünyada enerji verimli pompa sistemleriyle öne çıkan Wilo, büyük binalar için tasarladığı Wilo-Stratos GIGA 2.0 serisiyle ısıtma, soÄŸutma ve iklim... Levent Öztürk, Aqua Proses'in Genel Müdürü OlduSu ve atık su arıtma sektöründe faaliyet gösteren Aqua Proses'in Genel Müdürü Levent Öztürk oldu.... Marmara Belediyeler BirliÄŸi IFAT Eurasia Kapsamında Sürdürülebilirlik Raporlarını Tartışmaya AçıyorMarmara Belediyeler BirliÄŸi (MBB), bu yıl IFAT Eurasia kapsamında, 15 Mayıs 2025 ÇarÅŸamba günü "Adil GeçiÅŸ için Sürdürülebilirlik Raporlaması: Ar... |
||||
©2025 B2B Medya - Teknik Sektör Yayıncılığı A.Åž. | Sektörel Yayıncılar DerneÄŸi üyesidir. | Çerez Bilgisi ve Gizlilik Politikamız için lütfen tıklayınız.